Röportajlar

Taslak röportaj metni:

Halk Sanatları Vakfı/Derneği (HASDER), 1986’dan bu yana düzenli yayımlanan tek dergiyi, Halkbilimi’ni yayımlıyor. Dergi Kıbrıs kültürünün yeni kuşaklara aktarılmasında en kapsamlı kaynak ve en önemli taşıyıcı konumunda. Çalışmalarınız çok değerli ancak bu çabalarınız için neredeyse hiç destek almıyorsunuz. Sizin gibi başka bir yayın kuruluşu Türkiye dahil başka bir ülkede olsaydı, çok ciddi destekler alırdı. Yalnız bırakıldığınızı düşünüyor musunuz?

Kani Kanol: En uzun yaşayan dergi olarak bakarsak, sanırım bu Halkbilimi Dergisi’dir. Bazı yıllar atlayıp ertesi yıl iki sayı birden yayımladığımız yıllar oldu. Sonuçta yayınlar devam etti. Yalnız bırakıldık mı evet. Ancak burada yaşadığımız bir dilemma vardı. Biz Halkbilimi’ni çıkardığımızda şöyle bir düşüncemiz vardı: Kıbrıs kültürü o dönemde Rum kültürü gibi kabul görüyordu. Biz Kıbrıslı Türklerin kendine özgün bir yapısı, bir kültürü ve bir kimliği olduğuna inandık. Ve bizim Halkbilimi’ni ilk çıkardığımız yıllara kadar, Kıbrıs'ta kültürel çalışma veya halk bilimsel, folklorik çalışma yapanlar daha çok kültürümüzün Türk değerlerini ağırlıklı olarak öne çıkarıyor ve yaygınlaştırmaya çalışıyordu. Bu yayınlar coğrafyada oluşan ortak kültürün üstünü örtmeye yönelik yayınlardı. Biz bunun tersini önerdik. Ve tersinin daha doğru olduğunu düşündük. Öyle veya böyle Kıbrıs'ta oluşan ortak değerlerin, gelecekte bu adada yaşayan toplumlar açısından baktığımızda barışa daha çok hizmet edeceğine inandık. Diğer türlü ayrımcılığa ve daha milliyetçi bir yere çekildiğini ve toplumları daha da zıtlaştırdığını söyledik. O nedenle Kıbrıs kültürü demeye başladık. Kıbrıs kültürünün altında Kıbrıs Türk kültürü de, Kıbrıs Rum kültürü de var elbette. Ama bunların ortak olduğu alanlar da var.

Ve biz halk bilimi anlamında, halk danslarında, halk müziğinde o dönem onun için araştırmalar yapma ihtiyacı hissetmiştik ve baktık ki hakikaten, özellikle bu alanda ortak gelişmiş birçok değerimiz var. Halkbilimi Dergisi'ni de bu çerçevede çıkarma kararı aldık. Daha çok yapmak istediğimiz şey, ortak kültürümüzü araştırmalardan çıkan verilerle yaygınlaştırmak ve genç kuşaklara aktarmaktı. Önceleri çok büyük tepkiler gördük. Biraz sonra Ahmet Erdengiz arkadaşım o dönemde bizim bir sempozyumda neler yaşandığını anlatır size. Manşetlere çıktı, Rumcu oldu!
Bu tepkiler o süreçte bizim doğru bir iş yaptığımızı ortaya koydu. Halk bilimi alanında yaptığımız çalışmalar verilerle ortaya koyulduğu zaman bir süre sonra bunu resmi politikayı güdenler de kabullendi. Ve o dönemde gerçekten çok çalışma üretildi. Ama zaman içinde, özellikle son 20 yıldır, halk bilimi alanında yapılan çalışmaları geri döndürmeye yönelik bir çaba gösterilmeye başlandı.

Geriye döndürmenin hangi yapılar tarafından başlatıldığını düşünüyorsunuz?

Kani Kanol: Türkiye'den buraya göçen, gelen, yerleşen insanların bir kısmının örgütlenmesiyle, onların burada kendi kültürlerini yaşama ve yaşatması için olanaklar yaratıldı. Özellikle dini anlamda birçok vakıf, dernek vs. burada kurulmaya başlandı. Yurt dışındaki yapıların burada şubeleri açıldı. Ve bizim savunduğumuz değerlerin tam tersi savunulmaya başlandı. Bu bir çatışma ortaya çıkardı. Ve bu gençler arasında şaşkınlık yarattı: Yerleşik göçmen insanlardan, karma evliliklerden doğan insanlar var aramızda. Kıbrıslılardır. Ama kendilerine başka yerlerde başka şeyler söylenmiş. Doğal olarak şaşırıyorlar. Yeni nesil nereye inanacağını, neyi savunacağını haklı olarak karıştırmaya başladı. Buradaki kültüre sahip çıkalım, buradaki kültürü hep beraber yaygınlaştıralım, geliştirelim diye düşünürken veya o yönde giderken müdahale edildi. Ve bunun ciddi bir müdahale olduğunu düşünüyorum ben.

Yalnız bırakıldık mı evet, bırakıldık. HASDER gibi bu değerleri savunan örgütler fon yaratma konusunda, destek olma konusunda yalnız bırakıldılar. Türkiye'nin burada çok güçlü bir şekilde fonladığı, desteklediği yapılar ve örgütlenmeler var. Ve onlar da şimdi kendi ideolojilerini, kendi düşüncelerini burada halk içinde, toplum içinde, farklı alanlarda yayıyor. Bizim daha önce yaptığımız her türlü çalışmayı kendi ideolojileri doğrultusunda artık bu yeni örgütlenmeler yapıyor.

Daha önce yapılan çalışmaları, bilimsel verilerle kanıtlama ihtiyacı duymaksızın Osmanlı kökenli addeden, ısrarla ve saptırarak Kıbrıs’ta kültürel mozağin nerdeyse bütünüyle Osmanlı kökenli olduğunu savunan ve finansal destek alarak yayımlanan görüşler sizce de yaygınlaşmıyor mu? Bu eskiden de vardı belki ama zamanla arttı…

Ahmet Erdengiz: Unutmamamız gereken bazı noktalar var. Birincisi, Türkiye'yle olan bağlantılarımız yeni bir olay değil. 40’lı ve artan yoğunlukta 50'li yıllarda Türkiye'den sürekli buraya öğrenmenler, eğitmenler geliyordu. Pekala, neden o dönemde, yani 40'lı, 50'li yıllarda Kıbrıslı Türkler veya Kıbrıslı Türk liderliği tırnak içerisinde kendisini Türkiye'nin bir parçası, Türk kültürünün bir parçası olarak görüyordu? Sebebi gayet basit. Bence bu bir egzistansiyallikle, varoluşla ilgili. Çünkü 40'lı 50'li yıllarda, Kıbrıs Türk toplumu ekonomik açıdan, okuryazarlık oranları açısından, her yönüyle Rum toplumuna kıyasla çok daha zayıf. Ve o dönemin liderliğine bakarsanız, özellikle koloni döneminde yetişen yeni nesil liderliğe, Denktaş gibi, Osman Örek gibi o dönemin liderlerine bakarsanız, bu resmi tarih anlayışının, yani ‘Kıbrıs Türkleri Türktür’, ‘kültürleri Türkiye'deki kültürdür’, ‘halk dansları Türkiye'deki halk danslarıdır’, şarkıları, türküleri veya kıyafetleri aynıdır söylemini bir silah olarak kullanmayı seçtiği görülür. Ve haklıydılar. Nüfus olarak elimizdeki fiziki silah miktarı çok azdı. Karşı toplumdan kendisini nasıl koruyacaktı? O dönemin liderliği, askeri yönden silahlanmanın 50'li yılların sonlarına doğru TMT’nin ortaya çıkmasına kadarki dönemde adapte edilen bu resmi ideolojiyi savundu çünkü bu toplum için tek silahtı.

Orada bir parantez açıp, o yıllarda Türkçe konuşamazsan, Rumca konuşursan 5 şilin ceza verilmesi gibi olaylar kendi olağan sürecinde gelişmedi herhalde değil mi? Baskıyla bu durum yaratılmadı mı?

Ahmet Erdengiz: Zaten gelişmesi de mümkün değildi. Sebebi de gayet basit: Fakir bir toplumsunuz. Gerektiği kadar öğretmeniniz yok. Okulunuz yok. Özellikle Baf, Dillirga dediğimiz Erenköy ve Karpaz köyleri süratle Rumlaşıyor. Daha başka böyle çok köy var. 1890'lı yıllarda dahi dönemin müftüsü İstanbul'a sürekli listeler gönderiyor: İşte filan köy, falan köy ve bakıyorsunuz hakikaten Türk köyü, herkes Türk ama Rumca konuşuyor. Kaldı ki artık Kıbrıs toprağı İngiliz protektorası olmuş. Bunun çeşitli nedenleri var.

Linobambaki meselesinden Rumca konuşanlar da vardı. Bir kısmı özünde Rumdular ama az vergi ödemek için Müslümanlığı kabul etmiş gibi görünmeyi tercih etmişti…

Ahmet Erdengiz: Linobambaki meselesinin çok ötesinde bir şeydi bu. Aslında Türkler ama ortak yaşam nedeniyle Türkçeden çok Rumca biliyorlardı. Benim büyük babaannem Türkçeyi 74'ten sonra öğrendi. Ki bizim Baf'taki ailenin, baba tarafını Salihlioğullarına bağlıyoruz, bizim akrabalarımızı Türkiye’de bulabiliyoruz. Babaannemin köyü öyle bir köy. Karışık köyler var, Türkleşmiş köyler var, Linobambakiler var. Ama Baf’taki babaannemin köyü öyle değil. Bunlar öz Türk.

O dönemde Rumlar ekonomik olarak ve siyaseten daha güçlü olduğu için, onlarla ilişki kurabilmek için mi Rumca konuşuyorlardı?

Ahmet Erdengiz: Tabii ki. Mesela babamın köyü Dereboyu, Evretou, Trimithousa’dır (Uzunmeşe). Biri 50 hanelik, diğeri 60 hanelik köyler bunlar. İki yan yana Türk köyü. Çevrelerine baktığınız zaman tüm köyler Rum köyleri. Araziler, sular oradaki manastırlara ve kiliselere ait. Türk köylüsü arazi kiralayacak, manastırdan kiralayacak. Rumlardan kiralayacak. İşte borç para bulacak, gidip bir Rumdan borç para alacak. Dolayısıyla o lisanı öğrenmek zorunda. 

Kani Kanol: Azınlık olunca bunun böyle olması doğaldı.

Ahmet Erdengiz: Tabii. Dolayısıyla, Türk liderliğinin geliştirdiği Türkçe konuşulması politikası bugün için yanlış ama o günün mantığı içerisinde doğru bir silah olarak kullanıldı. Dediğiniz gibi Rumca konuşuyorsa bir Kıbrıslı Türk 5 şilin ceza, 10 şilin ceza kesiliyordu. Bu o kadar katı uygulandı ki köylerde insanlar kahvelerde oturur, bütün gün tavanı seyrederlerdi. Çünkü biliyorlardı ağızlarını açarlarsa Rumca bir şey söyleyecekler. O kadar yaygındı. Ancak o günün şartları içerisinde Kıbrıs Türk liderliği ne yapabilirdi ki? Hiçbir şey. Yapabileceği fazla bir şey yoktu. Tamam, bunu daha iyi yönetebilirlerdi. Daha düzgün şartlarda yapabilirlerdi. Ama bu aynen Covid salgınına benziyor. Covid bir anda ortaya çıktı. Kimse ne yapacağını bilmez durumdaydı. Abuk subuk işler yaptı bilim insanları. Bu durum, bu resim Kıbrıs Türk liderliğinin önüne geldiğinde ki ‘Kıbrıs Türk liderliği’ derken de böyle ahım şahım entelektüel dünyayı bilen bir liderlik yok o zaman. Arada sivrilenler var ve bir de Kıbrıs Türk toplumunun en zayıf noktalarından da biri olarak liderlik kavgası var. Dolayısıyla bu sivrilenlerin yapabileceği şeylerden biri buydu.

Kani Kanol: 74'e kadar olan sürede Kıbrıslı Rumların hegemonyası altında olan Kıbrıslı Türkler, 74 sonrasında da Türkiye'nin hegemonyasının arttığı bir döneme girdi.

Ahmet Erdengiz: Evet, aynen öyle oldu. 1960’a geldiğimizde Cumhuriyet kuruluyor. Ancak çok kısa ömürlü. Ve Cumhuriyet de aslında öyle herkesin ‘oh rahat ettik’ dediği bir dönem değil. Aslında kazan gizli gizli kaynıyor. Gerek Rumlar arasında hâlâ daha Enosis rüyası görenler var, gerek bizim liderlikte bu Cumhuriyeti benimsememiş olan insanlar var. Kazan kaynıyor. Ve 2,5 yılda bu kazan taşıyor. Şimdi o noktaya geldiğimizde ki unutmayalım, TMT dönemine girdiğimizde yani 58'li yıllardan sonra biz neredeyse bütün yönetim erkimizi Türkiye'den gelen TMT komutanlarına devrediyoruz. Yani onların son yayınlanan hatıratlarına falan baktığınız zaman adamlar diyor ki ‘biz yönetiyorduk’. Yani bunun Türkçesi bu. Dolayısıyla o dönemde de kültürel yapının, Kıbrıslı bir kültürel yapı olarak kendini belirlemesi mümkün değil. 63'e geliyoruz. Daha da felaket bir durum. 63'te bu silah daha da katı halde uygulanmaya başlıyor gettolarda. Çünkü Rumlar bize şunu yapacak bunu yapacak söylemi bitmiştir. Artık fiilen çatışıyorsunuz.

63'ten 68'e kadar bu baskı daha da artıyor. Ve o dönemde de fazla bir araştırma yok. Hani, tamam biz resmi ideolojiyi sürdürelim ama bu arada entelektüeller de araştırsınlar gibi bir şeye gerek de yok, araştıran da yok. Zaten bizim öyle bir geleneğimiz yok. Okuryazarlarımıza baktığınız zaman ya tamamen Türkiye merkezli entelektüellerimiz var veya İngiltere merkezli. Dolayısıyla ona da gerek yok. Buna mukabil Rum toplumunda, her türlü milliyetçilik akımının had safhaya çıkmasına rağmen bunu araştıran, o dönemin standartları içerisinde oldukça bilimsel olarak araştıran insanlar var. 1920'li yıllarda mesela Rumlar halk danslarını, halk müziğini notaya alıyorlar ki bunların bir kısmı ortak kullandığımız müziklerdir. Dolayısıyla Kıbrıslı Türkler açısından bu tür araştırmalar 60'lı yıllarda da imkansız hale geliyor. 68'de ne oluyor? 68'de barikatlar kalkıyor, yurt dışına gitmek, özellikle üniversite öğrencilerinin Türkiye'ye gitmesi mümkün hale geliyor.

Türkiye’ye gidiyorlar ama Kıbrıs Türkünün fazlaca ideolojik bir birikimi de yok. Türkiye’ye gidiyorlar. Önce bir sol var. Daha henüz bildiğimiz sol değil ama bir sol var. İşte Yön dergisi, şunlar bunlar etrafında belirlenen sol akımlar var. Bir de Kıbrıs Türk'ünün pek de aşina olmadığı, Türkeş'in o dönemde başını çektiği sağ akımlar var. Ama ilginç tarafı, Kıbrıs Türklerinin pek çoğu Türkeş'in Kıbrıslı olduğunu dahi bilmiyor. Çünkü o kadar uzak bunlara. Ve zamanla, artık 70'li yıllara yaklaşırken Kıbrıslı Türk gençliğin büyük bir bölümü tümü değil ama önemli bir bölümü sol ideoloji içerisinde şekillenmeye başlıyor. Orada aslında Kıbrıs Türkünün tamamen benimsemediği şeyler olmaya başlıyor: İşte hepimiz, Kıbrıslı Rumu Kıbrıslı Türkü, hepimiz Kıbrıslıyız. Kıbrıs Türkü bakıyor ya Kıbrıslıyım ama ben Türkçe konuşuyorum. Ben evet camiye gitmiyorum ama Müslümanım. Bu da bir tepki yaratıyor toplumda. Ve bu kendisini nerede gösteriyor? Sol o dönemde çok katı. Kıbrıs Türk solu diyor ki benim partim AKEL. Hatta burada bir parti kurulmasına, Türk tarafında bir parti kurulmasına bile karşı çıkıyor bazı çevreler.

Kıbrıs Türkü bakıyor ya bu AKEL dediğin görünüşte sol görünüyor amma sağ vuruyor sürekli. Yani Enosis kararlarının altına imza atmış bir AKEL var. En azından böyle görüyor Kıbrıs Türkü. Gerçekte tam öyle olmasa da ama reaksiyon olarak yeni bir şey çıkıyor ortaya: İlk defa bu adada Ülkü Ocakları devreye giriyor.

Başını Denktaş Bey'in oluşturduğu Gençlik Dairesi var. Fikret Kürşat, Ahmet Ötüken gibi isimler Türkiye'deki o sağ ideoloji yani MHP odaklı ideoloji getiriyorlar ve Kıbrıs’ta bir çevre oluşturuyorlar. Dikkatinizi çekerim, daha Türkiye kökenliler burada değil. Ama buradaki sola reaksiyon olarak doğan ve resmi makamlar tarafından da bol keseden finanse edilen, desteklenen bir oluşum çıkıyor ortaya.

Kıbrıs’ta Ülkü Ocakları’nın kurulmasının tam tarihi nedir?

Ahmet Erdengiz: Size tam tarih veremem ama Ülkü Ocakları’nın 74 öncesinde var olduğunu söyleyebilirim. Bu kesin çünkü ben Ülkü Ocakları’nda bulundum.

Kani Kanol: 60-69 arası ila 74 arası olan dönemde örgütlenen bir yapıdır bu. Kıbrıs’ta Ülkü Ocakları 68'lerde, 69'larda vardı. 

Ahmet Erdengiz: Evet 74 öncesi vardılar. Biz buradaki Ülkü Ocakları’nı Kıbrıslılaştırmaya kalktık ancak 70'li yıllarda Ülkü Ocakları’nın kontrolünü yitirdik. İşin Türkçesi bu. Artık neredeyse Ankara talimat veriyor, Ülkü Ocakları burada yapıyordu. Bizim sağdaki partilerin ve Denktaş'ın da işine geliyordu bu. Ülkü Ocakları kullanılıyordu. Ses çıkarmıyorlardı. Ama 70'li yıllarda kendi içindeki bir kaynamadan sonra Ülkü Ocakları’nın ismi dahi değişiyor ve ‘ocak’ oluyor ismi. Ocaklar meydana çıkıyor. Bunun içerisinde çok ilginç karakterler var. Mesela rahmetli Raif Denktaş dergimizi basıyor. O dönemde ocak dergisi var, Raif matbaada ücretsiz basıyor dergiyi. Demek istediğim şu: Yani sağın çıkışı ve organize olması Türkiye'ye giden gençlerin adaya dönmesiyle başlıyor. Aynı şekilde solun da. Bu defa sağ bu işi nasıl götürecek? Kıbrıslılık unsurunu madem ki sol söylüyor. öyleyse ben onun tam zıddını söylemeliyim diye düşünüyorlar. Bunu oturup bilimsel bir yönden bir araştırma, soruşturmanın neticesinde yapmıyorlar.  O dönemin bu konuda kafa patlatıp yazanlardan biriyim. Ocak dergisi de çıkıyor. Alıyoruz solun beyaz dediğine biz siyah diyoruz. Bizim siyah dediğimize onlar beyaz diyor. Böyle birbirimizle didişiyoruz.

Arkadaşlarda o dönemde ideolojik bir birikim yok. Çünkü sağın zaten ideolojik yapısı pek öyle entelektüel bir yapı değil. Dolayısıyla bugüne kadar sağ partiler bunu destekleyerek bugünlere kadar geldiler. Tamam Türk Ocakları yok. Artık ülkü Ocakları yok. Ama bu defa da bunu sürdürebilecekleri bir aktarma nüfus var. Yani Kıbrıslı yapılar yok artık. Ama bunu sürdürebilecekleri başka yapılar var.

Gelen Türk giden Türk meselesi…

Ahmet Erdengiz: Evet, çünkü baba Denktaş bunu çok güzel anladı. ‘Ben’ dedi; ‘Ülkü Ocakları’na, şunlara bunlara güvenmeye kalkarsam, işler iyice çıkmaza girecek’. Bu defa işte o gelen giden Türk meselesi ortaya çıktı.

Siz Ocak kültürü de aldınız. Daha sağdaydınız ama sonunda buna tepki gösterdiniz herhalde…

Ahmet Erdengiz: Tabii yani ben Ülke Ocakları dönemini bilmiyorum çünkü ben de yurt dışındaydım. Ama ocak, Türk ocakları haline geldiği dönemde ben buradaydım ve orada fiilen de bulundum. Bir müddet sonra bu yapının zayıf noktalarını görebiliyorsunuz. Yani entelektüel, araştırmacı, gerçekçi yapıdan çok uzaktaydı. Bu o dönemde ocaklara dahil olan arkadaşların pek çoğunun Türk ocağından kopmasına neden oldu.

Yani daha oportünist ve devlete yakın olan, siyasilere yakın olan bir yapısı vardı…

Ahmet Erdengiz: Tabii, neticede siyasilerin elinde bunlar oyuncak haline geliyor. Hatta çok ilginçtir, mesela o dönemde Türk ocaklarına gelen Işılay Arıkan gibi bugün Türk İslam Kültür Cemiyeti’ni oluşturan, ayakta tutan isimler var. Onlar da ayrıldılar. Kendi ajandalarına uygun olarak ocaklara İslamiyeti enjekte edeceklerdi. Ama yapı bunu da istemiyordu. Yapı sadece bağıracak, çağıracak, bayrak sallayacak, duvarlara ne bileyim yazı yazacak bir ekip istiyordu. Dolayısıyla Kıbrıslı Türklerin orada kalması ve bunu sürdürmesi mümkün olmadı ve dağıldı.

Kıbrıslı Türk ve İslam sentezi görüşleri günün sonunda Türkiye'deki İslami yapılardan etkilenerek mi gelişti?

Ahmet Erdengiz: Hiç alakası yok. Ada’da Osmanlı döneminde iki toplum var:  Müslümanlar ve Zımmiler yani gayrimüslimler. Osmanlının idare şeklinde Müslümanlar ve Müslüman olmayanlar olarak ayrılıyorlar. Osmanlı arşivlerine giriyoruz ki ben son dönemlerde çokça kullanıyorum o arşivleri, Türk kelimesi, hakikaten, samimi söylüyorum, geçmiyor. Yok. Osmanlının öyle bir düşüncesi de yok. Kıbrıs'a da o şekilde yaklaşmıyor. Ancak bizim unuttuğumuz çok önemli bir husus var: Kıbrıs 1571'de Osmanlı yönetimine geçtiğinde zaten Doğu Akdeniz'deki Kıbrıs'ı önemli kılan tüm nedenler ortadan kalkmıştı. Ticaret Afrika'yı dolaşıp giden filolar tarafından sürdürülüyordu. Artık Orta Doğu'daki o Sayda, Sur, Beyrut veya İskenderiye gibi limanlardaki ticaret ölmüştü. 1571'de zaten ölmüştü. Kıbrıs'ın ihraç ürünü olan iki önemli şey pamuk ve şeker artık tamamen Amerika'ya kaymıştı. Ve Osmanlı zaten Amerika'dan gelen gümüş nedeniyle büyük bir enflasyon geçiriyordu. Kanuni döneminde başladı, İkinci Selim döneminde para tepetaklak olmuştu. Yani Akçe'nin içerisindeki gümüş miktarı neredeyse sıfırlanmıştı.

Dolayısıyla 1571'den başlayarak 1640'lı yıllara geldiğimizde zaten Kıbrıs adası çok fakirleşmişti. Artık ihracat yapamayacak derecede fakirleşmişti. Sadece çok ufak tefek şeyleri Anadolu'ya satabiliyordu. Akdeniz ticaretinden kopmuş bir ülkeydi. Sıtma kırıp geçiriyordu. Osmanlının adaya sürdüğü, sürgün metoduyla gönderdiği Türkmen asıllı Türklerin büyük bir bölümü ya Anadolu'ya kaçmaya çalışıyor veya kırılıp ölüyordu. Dolayısıyla adada önemli bir Türk varlığı veya Türkmen varlığı kalmıyordu. Bir taraftan da Osmanlının 17. yüzyılda başlattığı, gerekirse güç kullanarak Alevilerin veya Şiilerin Sünniliğe geçirilmesi süreci Kıbrıs'ta bu çok hızla oluyor. Bizde Alevi kökenli zaten herkes ama hiçbir baskı yok. Bu süreç Kıbrıs’ta köyleri yakıp yıkarak, keserek, asarak Anadolu'da olduğu gibi yapılmıyor. Bizde öyle Kuyucu Murad Paşalar da yok. Ama zaten gelen Türkmen nüfus o kadar fakir durumda ki Merkez bunları istediği gibi çekip çeviriyor.

Mesela Lapta köyü var o dönemde. Geçenlerde arşivden bulup çıkardık.1605 yılında oraya imam atanması için talimat gelmiş. Merkez artık bırakın Aleviliği vs., 1605 yılında fetihten sadece 30 yıl sonra olay kapanmış zaten millet Sünni olmuş. Dolayısıyla Osmanlının gözünde adada Müslüman var, Hristiyan var.

Ama Osmanlının Kıbrıs’a gönderdikleri çoğu kez Aleviydi. İsyankâr oldukları için adaya gönderilmişlerdi…

Ahmet Erdengiz: Hepsi Aleviydi. Bazıları isyankâr olduğu için,bazıları adanın reklam edilen tarlalarına kapıldığı için geldi. O dönemde 74'te olduğu gibi duyurulan verimli tarlalardan bahsediliyordu. II. Selim'in o meşhur fermanı var: 1 ekip 100 alacaksınız falan gibisinden... Buraya öyle gelmişler. Ancak o sürgün fermanlarını incelediğinizde ki ben onların bazılarını geçen yıl yayınlamıştım, ferman diyor ki malları, mülkleri, her şeyleri satılsın ki ilişkileri kesilsin. Dolayısıyla bu Türkmen unsurlar adaya geliyor ve hiçbir şeyin söylendiği gibi olmadığını görüyor. Kendilerinin o göçebe veya yarı göçebeye yaşam tarzını adada sürdürmek mümkün değil. Sadece Anadolu Türkmenleri değil, bir miktar  Suriye'den gelen Türkmen de var gelen. Ama çoğu o zamanki Osmanlı kayıtlarında Türkmen veya konar göçer tâifesi olarak geçiyor veya göçebe deniyor. Türkmenliği de zaten öyle pek imanla da kullanmıyorlar. Kıbrıs Türkünün sahip olduğu İslami değerler veya İslami yapı evet Türkiye'den sürekli etkileniyor, din adamları zaten Türkiye'den geliyor.

En önemlisi yanı başımızda bir Mevlevihane var. Adada hiçbir kültürel faaliyet yok. Okuryazarlık oranı çok düşük. Adanın eğitim merkezi Mevlevihane, Lefkoşa'da veya Mağusa'da açılan diğer Mevlevi tekkeleri. Diğer tekkeler de var. Bir iki tane Alevi Bektaşi tekkesi var. Ama onlar pek bir şey yapamıyorlar. Zaten kendilerini gösteremiyorlar. Halkla iç içe değiller. Dolayısıyla Kıbrıs'ta gelişen İslama baktığınız zaman, resmi İslam İstanbul'un aynısı. Sünni, yönetici sınıf zaten öyle olmak zorunda. Ama halk İslamı heterodoks bir İslam. Çünkü zaten Sünni değil. Getirmiş o inancı. Bir de kendisinden daha güçlü yapıya sahip olan Rum toplumundan etkileniyor. Alıyor veriyor. Kültürel yapı böyle zaten. Halk kültürü zaten çok kolay etkileniyor birbirinden. 

Dolayısıyla adadaki İslami yapı kendine has gelişiyor. Ve 40'lı yıllara geldiğimizde, yani Doktor Küçük dönemine geldiğimizde Dr. Küçük'ün en önemli mücadelelerinden biri de Türkiye'den gelen din adamları ve bizim aramızda gelişmeye başlayan, filizlenmeye başlayan Nakşibendi tarikatı. Şeyh Nazım ve çevresinde oluşmaya başlayan Nakşibendi tarikatı ve o dönemde tarikata giren birtakım Kıbrıslı Türkler de var. Bunlar Dr. Küçük'e karşı fazlaca seslerini çıkartamıyorlar. Çünkü Dr. Küçük hem toplum tarafından seviliyor hem de elinde Halkın Sesi gibi güçlü bir alet var. Onu kullanıyor. Yani başlarına da vuruyor onu. Ve yine de Kıbrıs'ın geneline baktığınızda, Türkiye'ye kıyasla farklı, oldukça liberal bir İslami yapı var. Yani bugün buraya empoze edilmeye çalışılan yapıyla hiçbir alakamız yok. Bunu tabi başka bir forumda daha detaylı izlemek lazım ama bizim gözümüzden kaçan Yeni Asyacılar grubu var. 80'li yıllarda muazzam paralar akıttılar Kıbrıs'a, kimsenin ruhu duymadı. Bunlar Kıbrıslı Türkler arasında da yayıldılar bayağı. Kitabevleri vardı.

Kani Kanol: Dr. Küçük Nakşibendilerin adaya gelişini yasaklamıştı.

O aradaki ilişkilerden biraz bahsedebilir misiniz?

Ahmet Erdengiz: En önemli konu şu: bir defa Kıbrıs Türkü çeşitli nedenlerden dolayı Atatürkçü. Atatürk devrimlerini benimsemiş. Bunda tabi İngiliz yönetiminin de tesiri var.
Ama şu veya bu nedenle Atatürk devrimlerini benimseyen bir toplum. Dolayısıyla Dr. Küçük ve çevresindekiler bu taassupla mücadele halindeler. Kendine rakip olarak görmüyor belki Şeyh Nazım'ı ama Şeyh Nazım mesela çıkıp Ayasofya Selimiye Camii'nde bir cumada hutbe okuduğu zaman veya bir bayram vaazı verdiği zaman bu toplumda dalgalanmalara neden oluyor. Dolayısıyla Şeyh Nazım'ın adadan gönderilmesi lazım, gönderiliyor. Ama Şeyh Nazım'ın attığı tohumlar hiçbir zaman kurumadı. Hüseyin Ateşin’le bir çevre oluşturdu.

Kani Kanol: 80’den sonra … hocalar falan. (İsimler anlaşılmıyor, ekleyebilir misiniz lütfen)

Ahmet Erdengiz: Ancak o dönemde Türkiye’den bilinçli bir politika sergilenmiyor. Arada bir müftü eksiliyoruz yerine bir müftü geliyor, onu da Kıbrıs Türkü sonunda gönderiyor. Yani Dr. Küçük ve arkadaşlarının gösterdiği reaksiyon ve toplumun gösterdiği reaksiyon Türkiye'den vakit vakit gönderilen müftülerin de hemen adadan gitmesine neden oluyor. Barındırmıyorlar. Çünkü Kıbrıs Türkünün yapısındaki halk İslamı çok farklı. Kendimden örnek vereyim size: Benim dedem Ömerge Camisi’nin son imamı, Tenekeci Ahmet Seyfi Efendi’dir. Her gece yemeğini yer, içkisini içer; sabahleyin camiye gider imamlık yapardı. Öyle bir adamdı. Evde biz, aklımız kesmeye başladığı yaşa geldiğimizde sorardık ‘dede hani içki içmek günah değil miydi?’; ‘Tabii oğlum.Günah. Bu gece biz içki içiyoruz. Günah terazisi aşağıya indi. Yarın iyilik yapacağız. Terazi dengelenecek.’ derdi. Bu adam 30'lu yıllarda milli mücadeleye yani burada Rumlara karşı verilen mücadeleye de katıldı. İmamlığını da yaptı. Aynı zamanda evinin çalışma odasında Atatürk resimleri vardı. İsmet İnönü hayranıydı. 

Kani Kanol: Mesela, Selimiye Camii’nin müezzinlerinden Ahmet Gürses, bütün cenazeleri kaldıran meşhur müezzindi. O da düzenli içkisini içerdi. Hiçbir zaman sorun olmadı. 

Ahmet Erdengiz: Ramazan geldi mi farklıydı. Ramazan’da bizim evde içkiler, her şey kalkardı. Ramazan'da oruç da tutulurdu. Hep öyleydi. Lefkoşa'da tüm meyhaneler kapanırdı. 60'lı, 70'li yıllara kadar bu hep böyleydi. Oruç tutanlara saygı gösterilirdi. Ama o ay bittikten sonra da içkisini içen keyfini sürerdi. Kimse kimseye karışmazdı.

Kıbrıs’ta Kemalizmin kökleşmesi sadece Dr. Küçük faktörüyle mi açıklanamaz herhalde…

Ahmet Erdengiz: Sadece o değil. Birincisi, o dönemde Kurtuluş Savaşı sürüyor yanı başımızda. Kıbrıs Türkleri için Kurtuluş Savaşı çok önemli. Çünkü kime karşı savaşılıyor? Yunan'a karşı savaşılıyor. Kıbrıs Türkü de burada azınlık olarak korkuyor. Ayrıca İngilizlere karşı savaşılıyor. Dolayısıyla en azından bunları pataklayacak birileri çıktı Anadolu'da diye bakıyor. Kıbrıs Türkü varını yoğunu satıp yardım ediyor. Yani mücevherler gidiyor, adam birinin atı varmış atını satıyor falan. Anadolu'ya verebildiği kadarıyla parasal yardımda da bulunuyor. Dolayısıyla Anadolu'ya karşı büyük sempati besliyor. Türklüğün kurtuluşu Anadolu'nun kurtuluşu ile olacak diye düşünüyor. İstanbul o zaman elden gitmiş çünkü. Dolayısıyla Anadolu'ya bir sempati duyuyor. Ardından Atatürk devrimleri başlıyor. O şartlarda bile, yani 30'lu yıllarda Kıbrıs'a öğretmenler, eğitmenler geliyor Türkiye'den. Kıbrıs Türküne yardım eli uzatacak başka biri yok. Dolayısıyla o gönül bağı çok kuvvetli. Devrimler geliyor. Eski Türkçe okuyup yazma zaten gözden düşmüş. Sebebi, 40'lu yıllardan başlayarak Kıbrıs’ta koloni idaresinin altında yeni bir entelijansiya yetişiyor. Koloni idaresinin istediği Müslümanlık tam Şeyh Nazım Müslümanlığı. Çünkü İngilizler vakıfları yönetiyor. Vakıflara el koyulmuş. Napolyon'un Mısır'da yaptığı gibi kendisini Müslüman satacak. Dolayısıyla yeni nesil liderlik artık Osmanlı denen hiçbir şeye sahip çıkmak istemiyor ve alfabesini anında değiştiriyor. Zaten İngiliz idaresinden Latin alfabesine biz aşinayız. Zaten okuryazarlarımızın tümü İngilizce öğreniyor. Öğrenmek zorunda. Hani devlette çalışmak istiyorsanız İngilizce de öğrenmek zorundasınız. Dolayısıyla bu çok aşina olduğumuz bir şeydi.

Röportajın ikinci bölümü önümüzdeki günlerde yayımlanacaktır.

:

Yorumunuz