Can Sarvan
Yeşil Barış Hareketi Genel Sekreteri, ülkemizin tecrübeli mimarlarından Doğan Sahir, değerli eşi, çok yetenekli sevgili oğlu ve dünya tatlısı çılgın köpekleri ile birlikte bizi evinde ağırladı.
Doğan Bey ile ilk röportajım değil. Seneler içinde kaç kere röportaj yaptığımızı unuttum doğrusunu isterseniz. Ama iki şeyi anımsamamam mümkün değil: Birincisi yıllar içinde tüm çabalara ve uyarılara karşın Kıbrıs’ta çevrenin ve denizin daha da kirlendiğidir. İkincisi ise son derece önemli bir görevde yer alan kıymetli eşiyle birlikte bu kadar steril ve güzel bir ev ortamını nasıl koruyabildikleri ve eşsiz misafirperverlikleridir.
Hasbelkader Sahir’lerin evine aç gidecek olsanız tam tok dönersiniz… Utanmasanız muhteşem bir sunumla davet edildiğiniz, evde yapılmış enfes lezzetteki ne varsa hepsini bitirebilirsiniz… İki tane kalan çiçek dolmasını da yemek vardı ama ayıptır, dur dedim kendime!
Hoş anılar bir yana, iç karartıcı ve belki de hiç duymadığınız gerçeklere hazır olun. Bu röportajda sansür yok, otelcilerden, inşaatçılardan korkan da yok!
Yeşil Kıbrıs’tan betonarme Kıbrıs’a döndük… Oradan başlarsak…
Öyle… Adanın kısıtlı kaynaklarını, taşıma kapasitesini dikkate almadan ha bire inşaat yaparak bilmem kaç sektöre para akıtılacağı hayallerini kurarak, bir şeyler yapmaya çalıştıklarını iddia ediyorlar. Böyle her şeyini satan bir ülkenin kalkınacağını söyleyen bir ekonomist bulamazsınız. Birkaç yerli firma dışında birçoğu paravan, inşaat şirketi var. Aslında bu para yurtdışına kaçıyor. Çoğu zaman gelen işçiler de yurtdışından geliyor.
"Burada okka okka yapılan binaların ağırlıklı sermayesi yurtdışından geliyor. Bu kaynakların kara para olduğuna dair bize gelen bilgiler var ancak ispatlayamıyoruz. Böyle olduğu söyleniyor. Bu sermayenin kara para olma ihtimali çok yüksek"
Paravan şirketler derken…
Burada okka okka yapılan binaların ağırlıklı sermayesi yurtdışından geliyor. Bu kaynakların kara para olduğuna dair bize gelen bilgiler var ancak ispatlayamıyoruz. Böyle olduğu söyleniyor. Bu sermayenin kara para olma ihtimali çok yüksektir. Bizim ülkemizde bu kadar sermaye nereden doğdu? Araştırılsa ortaya çıkacaktır zaten. Bu işin içerisinde olan insanlar hesap kitap yaptığında bu kadar kısa bir süre içerisinde, bu kadar büyük yatırım yapabilecek bir çalışma sistemi olmadığını söylüyor.
Ama bir yandan da şu var: Bu ülkedeki fırsatları kendince değerlendirip, uygun, kelepir arsaları kapatıp fahiş fiyatlarla satanlar da var. Ülkemize ısrarla bir kalabalık davet ediyoruz. Çevre açısından taşıma kapasitesi nedir bu ülkenin? Suyumuz yetmiyor diye ta Türkiye’den su getiriyoruz. Türkiye şu anda Birleşmiş Milletler’e göre su fakiri olma riski en yüksek ülkelerden biridir. Belki bize bir süre daha gelecek ama 5-10 yıl sonra o suyun gelememe ihtimali çok yüksek. Çünkü Türkiye 5 sene içinde su fakiri ülkeler listesine girecek.
Biz kendi kaynaklarımıza bakmadan büyük yanlışlar yaptık. Adalılar olarak 1974’ten önce, hatta 1963’ten önce, örneğin Güzelyurt’ta çok su isteyen, Güzelyurt’u tuzlandıran bir faaliyet olarak bölgeye portakal, narenciye ektik. Narenciyede neredeyse 1 numarayken değeri de düşünce narenciye artık bitti gibi. Türkiye’ye bile doğru dürüst satış yapamıyoruz bugün. İç piyasada da tüketemiyorsak suyu neden portakala harcıyoruz?
İsrail bizim 10 katımız büyüklüğünde narenciye üretiyor. Bunu suyu nasıl yanlış kullandığımıza örnek olarak verdim. Bizim yaptığımız araştırmaya göre, ülkemizde yüzyılın başından itibaren düşen yağış miktarına ilişkin veriler var. Düşen yağış miktarı %12 küsur azalıyor. Fakat buna rağmen yağışın sadece %8,5’ini tutabilsek şu an yaptığımız tarımsal faaliyetler, turizm faaliyetleri, evsel ihtiyaçlar ve sanayi faaliyetlerinin tamamını karşılayacak miktarda su elde edebiliriz. Ülkemizdeki derelerde eskiden sayaçlar vardı. Sayaçları da yok ettik. O sayaçlar 1974’e kadar faaldi ve kayıtları da var. Sonra sayaçlar para eder zannedilerek ganimet misali çalındı. Türkiye’den Devlet Su İşleri bazı derelere yeni sayaçlar taktı. O sayaçlar da kayboldu, bir daha da sayaç konmadı.
Çevredeki çöplere ve denize geldiğimizde ise tablo daha da kötüleşiyor sanırım…
100’e yakın vahşi çöp alanımız var. Yasa dışı olarak ulu orta çöpler dökülüyor. Bu çöplerin pis suları yeraltına sızıyor ve dereler üzerinden denizlere ulaşabiliyor. Böylece hem yeraltına giden suyu kirletiyoruz hem de denizleri. Zaman zaman denizlerde toplu balık ölümlerine şahit olduk. Kukla (Köprü) Göleti’nde toplu balık ölümleri oldu. Mağusa’da, Gülseren Göleti’nde veya Çanakkale Göleti’nde, Glapsides’de toplu balık ölümleri yaşandı. Deniz kıyılarımıza kadar gelen bu tür kirlilikler mevcut. Plansız, taşıma kapasitesi hesaplanmadan, alt yapısı hazırlanmadan kıyılara bir sürü binalar diktik. Şimdi onların da pislikleri denize akıyor ve deniz kirleniyor.
"Deniz kenarında olan evlerden kanalizasyon kuyulardan sızarak doğrudan denize gidiyor. Ama bazı turistik tesislerde, özellikle denizin içerisine aleni borular döşeyen ve ‘ben bunu ilerden boşalttım kardeşim nesi var bunun’ diyenler var. Kanalizasyon böyle deşarj ediliyor"
Kıbrıs’ın kuzeyinde kanalizasyon aslında yok ve sınırlı arıtma nedeniyle kanalizasyon denize akıyor. Peki ama ev alanlar neden bunu sorgulamıyor?
Bir kısmı için sözde ön arıtma yapılıyor, bir kısmı da kuyulara veriliyor. Deniz kenarında olan evlerden kanalizasyon kuyulardan sızarak doğrudan denize gidiyor. Ama bazı turistik tesislerde, özellikle denizin içerisine aleni borular döşeyen ve ‘ben bunu ilerden boşalttım kardeşim nesi var bunun’ diyenler var. Kanalizasyon böyle deşarj ediliyor.
Kıbrıs’ın güneyinde kanalizasyon denize dökülmüyor değil mi?
Hayır. Bizde de, orada da aynı yasalar var. Bir turizm tesisi yapılacağında olmazsa olmaz arıtma sistemini yapmak ilk koşullardan biridir. Bizde yapılıyor ama minyatürü yapılıyor. Yapmış görünmek için yapılıyor arıtma tesisleri. İşe yarıyor değil bu minyatür artıma tesisleri.
"Kabaca söyleyebilirim ki eski oteller hariç, yani 1974 öncesi yapılan oteller hariç neredeyse yeni yapılan otellerin tamamı minyatür arıtma sistemleri kurdu. Sırf yasal olsun diye göstermelik yapıldı bunlar. Güneyde ise yasalara uyuluyor ve olması gerektiği ölçüde arıtma tesisi yapılıyor (...) Bizde 50 kişilik bir kapasite ile başlıyoruz deniyor ve o öyle kalıyor. Otelin kapasitesi katbekatına çıkıyor ama otelin arıtma tesisi halen 50 kişilik. Gözlerimizle gördük, resimleri de var. 100 metre ileriye borular döşenmiş ve kanalizasyonu denize deşarj ediyorlar. Kanalizasyon atıklarının denizde 100 metre ileriye taşınması hiçbir anlam taşımıyor. Dalgalar atacak gene onu"
Böyle, olması gerekenden küçük arıtma tesisine sahip kaç otel var?
Kabaca söyleyebilirim ki eski oteller hariç, yani 1974 öncesi yapılan oteller hariç neredeyse yeni yapılan otellerin tamamı minyatür arıtma sistemleri kurdu. Sırf yasal olsun diye göstermelik yapıldı bunlar. Güneyde ise yasalara uyuluyor ve olması gerektiği ölçüde arıtma tesisi yapılıyor. Biz incelemeye gittiğimizde, ÇED raporları toplantılarına da gidiyoruz. Bizde 50 kişilik bir kapasite ile başlıyoruz deniyor ve o öyle kalıyor. Otelin kapasitesi katbekatına çıkıyor ama otelin arıtma tesisi halen 50 kişilik. Gözlerimizle gördük, resimleri de var. 100 metre ileriye borular döşenmiş ve kanalizasyonu denize deşarj ediyorlar. Kanalizasyon atıklarının denizde 100 metre ileriye taşınması hiçbir anlam taşımıyor. Dalgalar atacak gene onu. Zaten bu kirliliğin denize atılması yasaya aykırıdır.
Evlerden çıkan kirlilik de denize atılıyor. Onlar ne kadar uzağa atılıyor?
Girne’den örnek vereyim: Evlerden kaçak olarak Lapta’da ya da Kaşgar Court’un orada daha önce görüldüğü gibi denize atılan kanalizasyon var. Girne Limanı’ndaki eski binalardan kanalizasyonun denize aktığını da gördük. Normalde hepsinin arıtma tesisi olması gerekir ama denize akıtılıyor. Bazı bölgelerde sözde arıtma sistemleri var. Girne’den bahsedersek maksimum 10 bin kapasiteli bir tesis var. Onu da biz yapmadık. Çok eskiden kalmadır arıtma tesisi. Kaşgar’dakini de bir dönem revize ettiler. Girne’de yeni sistem kurulmadı. Fakat Mağusa’da yapıldı. Güzelyurt’ta ve Lefkoşa’da da yapıldı. Ancak yeni yapılanlar arasında en büyüğü sayılan Lefkoşa’dakinin kapasitesi bile her sakini kapsayacak kadar büyük değil. Girne nüfusu 70 bine çıkmış durumda. Yani her 7 evden birisi arıtma tesisini kullanamıyor. Kullanıyorsa da kanalizasyon yeteri kadar arıtılmıyor. O arıtma tesisinde zaman zaman sorunlar çıktığında emniyet deşarjı dedikleri, o pis suyu yola boşaltamayacaklarından denize boşaltıyorlar. Sıkıntı olduğunda şehir içinden denize deşarj etmeler de oluyor. Arıtma tesisinden de denize atılıyor. Geçenlerde Girne'de küçük bir arıza olmuş, kirli su denize deşarj edilmiş.
"Devlet izin verdiğinde ben sana yolunu, sokağını, elektriğini, servisini sunacağım diye izin vermelidir. Bunları veriyor olması lazım ama bu hizmetleri vermiyor. İnşaatı yapana da yükümlülük vermiyor. İnsanlar da çok kolay ikna olup, bile bile gidip oralardan ev satın alıyorlar. Bu bir örnek sadece. Girne’de gökdelenlerin kanalizasyonları nereye gidiyor? İskele’de farklı mı? Bu yapıların çok miktardaki atıkları ne olacak? Ha bire bina yapılıyor. Hatta devlet teşviki var. Bir değil 4 tane yapıyorlar. ‘Yapınız, satınız da tamamdır’ diyorlar. Ama ne olacak sonunda? Bu atıklar önce yeraltına, oradan denize ulaşıyor. Her halükârda bütün kirlilik denize ulaşır"
Ev satın alanlar kanalizasyon olmadığını, atıkların kuyuları doldurduğunu ve bunların boşaltılması gerektiğini, bir kısmının da denize döküldüğünü bilmiyor…
Bir yere bir yerleşim yeri açacaksanız, her şeyini planlayıp yapmanız lazım. Mağusa’dan örnek vereyim bu sefer: Tuzla bölgesi sulak alandır ve 40-50 cm’den sonra her zaman su çıkar. Altyapısı, kanalizasyonu yok. Buraya kuyu kazsanız, su gitmez çünkü yerin altı zaten su dolu. Ama orada inşaat yapılmasına izin veriliyor. Devlet izin verdiğinde ben sana yolunu, sokağını, elektriğini, servisini sunacağım diye izin vermelidir. Bunları veriyor olması lazım ama bu hizmetleri vermiyor. İnşaatı yapana da yükümlülük vermiyor. İnsanlar da çok kolay ikna olup, bile bile gidip oralardan ev satın alıyorlar. Bu bir örnek sadece. Girne’de gökdelenlerin kanalizasyonları nereye gidiyor? İskele’de farklı mı? Bu yapıların çok miktardaki atıkları ne olacak? Ha bire bina yapılıyor. Hatta devlet teşviki var. Bir değil 4 tane yapıyorlar. ‘Yapınız, satınız da tamamdır’ diyorlar. Ama ne olacak sonunda? Bu atıklar önce yeraltına, oradan denize ulaşıyor. Her halükârda bütün kirlilik denize ulaşır. Lefkoşa’dan bile Kanlıdere’den Meserya’ya, oradan da Mağusa’ya denize gidiyor. Giderken havadan dolayı, ısıdan dolayı biraz değişiyor ama içindeki kimyasallarla birlikte kanalizasyon atıkları yeraltına geçiyor. Yeraltına giden kirlilik ya mikrobiyolojiktir, bakteriler ve mikroplar üretir ya da kimyasaldır. Yeraltına sızan kirliliği temizleyebilen, bilinen hiçbir teknoloji yoktur. Yeraltındaki suyu kirletirsek bir daha temizleme şansımız yok. Doğa kendi kendini milyon yıllar sonra temizler mi onu da bilemiyoruz. Yeraltındaki su kirlendi mi oradan kullandığımız su bizi kirletiyor, hasta ediyor.
Dünyada kullanılabilir su miktarı çok azaldı…
Evet, çok azaldı. Okyanuslar ve denizlerle dünyanın 3/2’si su olsa da dünyanın toplam suyunun %98,5’u tuzlu sudur, sadece kalan %1,5’i tatlı sudur. Bunun da bir kısmı şu anda buzullarda donmuştur. İnsanlığın çok az bir suyu kullanma şansı var. Bu nedenle susuzluktan, yeterli su alamayıp hastalanan insanlar ölmektedir. Yeraltı suları eskiden tamamen şebeke suyuydu. Türkiye’den gelen su şebeke suyudur ancak yer yer halen yeraltı suyu kullanılıyor. Yeraltı suyu daha çok Güzelyurt’tadır ama oraları da tuzlandı. Bir zamanlar Mağusa’ya gelen su Güzelyurt’tan geldiği için deniz suyu gibi tuzluydu. O hat artık kapatıldı fakat yine de başka bölgelerden gelen sular var. Lefke bölgesinde maden atıklarından kirlenen su bahçede kullanılıyor. Türkiye’den gelen suyla henüz tarım yapılmıyor. %45’i doğrudan denize gidiyor. Çünkü daha tünel tamamlanmadı.
Yetiştirilen ürünlerin bu kirlilikten etkilenmemesi mümkün mü?
Yeşil Barış Hareketi olarak mevcut kullanılan suya yeraltından kanalizasyon karışıp karışmadığını sürekli sorguluyoruz. Tarımda kullanılan su ve içilecek su belirli bir standartta olmak zorundadır. Bırakın yeraltı suyunu, şimdi deniz mevsimi geliyor. Her bölgeden deniz suyunun alınması ve standartlara uygunluğunun açıklanması gerekiyor. Lefke’de tarımsal faaliyetlerde, bahçelerde kullanılan, eski madenin kirlettiği suları da denetlemiyorlar.
Siz gönlünüz rahat sebze alabiliyor musunuz?
Çok rahat alamıyorum. Ama yemek zorundayım. Tavuk eti alıyorsun Salmonella, dana eti alıyorsun Brusella, suda Koli Basili; her şey de bir sorun olabilir aslında. İnsanların sağlığını denetleyecek otoritelerin görevini yapması gerekiyor.
"Biz o şöhrete ulaştığımız anda ki yavaş yavaş kötü bir şöhrete sahip olmaya başlıyoruz; denizlerin kirli olduğu görüldükçe turistler gelmeyecek buraya"
Denize kanalizasyon atıklarının boşaltılması sonucunda örneğin Girne’de nüfus şimdi 70 bin, 100 bine çıktığında ne olacak? Mağusa ve İskele’de de nüfus artıyor. Kısa ve orta vadede neler yaşayacağız? Ve kuzeyde denizdeki kirlilik güneyi de etkiler mi?
Güneyi turizm açısından kesinlikle olumlu etkiler. Biz o şöhrete ulaştığımız anda ki yavaş yavaş kötü bir şöhrete sahip olmaya başlıyoruz; denizlerin kirli olduğu görüldükçe turistler gelmeyecek buraya. Bırakın turistleri ev satın almak isteyen de gelmeyebilecek. Bizde mülkler biraz daha ucuzdur diye satabiliyoruz. O ucuzluğa rağmen çevre kirliliğini fark edip, daha eskiden adanın kuzeyine gelmiş olanlar evlerini satıp kaçmaya başladı.
"Buranın elektriği bize bile yetmiyor! Yiyecekleri ürün var mı yok, zira tarlalarda üretim yapılacak yerlere apartman diktik. Domates üretim alanı kalmadığı için 40 TL oldu. Daha da pahalı olacak. İnsan nüfusu çoğaldıkça daha çok kişiyle var olanı bölüşeceğiz. Üretim sınırlıysa ürün daha pahalıya çıkacak. Nüfusu suni olarak artırdığınızda üretim alanlarını da yok ediyorsanız, yerel ürünlerin fiyatları daha da artar"
Mimar olarak da bu konuda duyumlarınız mı var?
Eskiden kalma yabancılar zaten gidiyor. Onlar geldiğinde ada sessiz sakin, ulaşımı kolay, yiyeceği bol, temiz ve doğal diye geliyorlardı. Ama şimdi ne doğal gıda kaldı ne ulaşımın rahatlığı kaldı; ne elektrik var ne de su… Çevreye bakıldığında her yer beton ve karmakarışık, birbirinin içinde, estetik yoksunu binalarla kaplı. Bütünlüğü olmayan, bir karakteri olmayan binalar yığını arasında yorucu bir manzara oluştu. Ülkenin demografik yapısında inanılmaz bir değişim, hatta bozulma var. Çünkü ihtiyaçtan fazla bir arz söz konusu. Plansızlık o kadar fazla ki kime, nereyi, ne kadara satacaklarını incelemeden, talep profilini çıkarmadan ha bire inşaat yapıyoruz satacağız diye. Bir ürün çıkarırken bunun nereye pazarlanacağı, pazarlanacak kitlenin ne istediğinin bilinmesi gerekir. Kot pantolon üreteceğim, Hollywood’da satacağım. Ama belki onlar kot değil daha abiye bir şeyler satın almak istiyor. Onlara göre yapmamız lazımken bizde böyle bir planlama yok. Ben yapayım da kim alırsa alsın gibi düşünülüyor. 30 metrekarelik, 80 metrekarelik evleri villa diye satıyorlar. Oysa villa özgün, kopyası olmayan ev demektir. Biz aslında toplu konut yapıyoruz. Onları da villa diye satıyoruz. Satın alan geliyor, bir bakıyor hepsi aynı. ‘Hani benimki villaydı’ diyor. Çocuk sokağa çıkıyor, evine dönmek istediğinde evi bulamıyor çünkü evlerin hepsi birbirine benziyor. Bizim bu profili belirlememiz, mevzuatlarımıza kadar değişiklik yapıp ona göre inşaatları şekillendirmemiz lazım. Ve o çerçevede ürünü sunmamız ve kayıt altına almamız gerekir.
Bu inşaatlar turizme katkı falan değildir. Kayıt altında olursa turizme katkı olur. Bizde kim satıyor, kim kiralıyor, kime satıyor, ne kadara satıyor ya da ne kadara kiralıyor hiçbir şey belli değil. Adam Almanya’dan çıkıp geliyor, John’dan ev kiralıyor. Evin kirasını ödeyip ülkesine geri dönüyor. Bu profil tanımlanmalı ve ona göre binalar yapılmalı ve ona göre teşvikler verilmelidir. Yolu, sokağı, hizmeti, arıtması, suyu, elektriği, mülkleri alan ya da kiralayanların ne iş yapacağına, kim olduklarına dair ulaşılabilir bilgilerin kayıt altında olması gerekir. Buranın elektriği bize bile yetmiyor! Yiyecekleri ürün var mı yok, zira tarlalarda üretim yapılacak yerlere apartman diktik. Domates üretim alanı kalmadığı için 40 TL oldu. Daha da pahalı olacak. İnsan nüfusu çoğaldıkça daha çok kişiyle var olanı bölüşeceğiz. Üretim sınırlıysa ürün daha pahalıya çıkacak. Nüfusu suni olarak artırdığınızda üretim alanlarını da yok ediyorsanız, yerel ürünlerin fiyatları daha da artar.
"Demografik yapının değişiminin yanı sıra inşaatta arz o kadar fazladır ki satamadıkça fiyatları düşürmek zorunda kalacağız. Gene almayacaklar. Bu binaları beğenen insanların kalitesi de belirli bir sınırdadır. Kıbrıs yemyeşil bir yer midir ki gelen 14’üncü kattan etrafı seyredecek? Eğreti bu binalardan mülk alanlar da ucuza olduğu için alacak. Kaliteli insan bu manzaraya yatırım yapmaz. Bu zaten başladı. Eskiden kuzeye gelen insanlar nezih insanlardı. Emekli yargıçtı, devlet memuruydu veya iş insanıydı. Emekliliğinde, buradan rahatlığı için ev alıyordu. Şimdi bu insanlar kaçıyor. O rahatlık kalmadı. O kalitede insanlar da iyi para döken insanlardı. Kalite bozulduysa kim gelecek ev almaya? Sıradan insanlar gelecek. O da demografik yapıyı daha da bozacak. İnşaatların düşen kalitesi daha da düşecek. Zaten servisi olmayan binalar kalitesiz sayılır. Yeteri kadar elektriği olmayan bir ülkede, bir yangın çıktığında kaçacak yeri olmayan binalara, itfaiyenin erişemediği binalara kaliteli insan gelir mi? Adam kalp krizi geçirmiş 12’inci katta. Elektrikler kesildiği için ve itfaiye yasa gereği belirli kattan yukarısına çıkamadığı için ne olacak? Öldü adam!"
Demografik yapının değişiminin yanı sıra inşaatta arz o kadar fazladır ki satamadıkça fiyatları düşürmek zorunda kalacağız. Gene almayacaklar. Bu binaları beğenen insanların kalitesi de belirli bir sınırdadır. Kıbrıs yemyeşil bir yer midir ki gelen 14’üncü kattan etrafı seyredecek? Eğreti bu binalardan mülk alanlar da ucuza olduğu için alacak. Kaliteli insan bu manzaraya yatırım yapmaz. Bu zaten başladı. Eskiden kuzeye gelen insanlar nezih insanlardı. Emekli yargıçtı, devlet memuruydu veya iş insanıydı. Emekliliğinde, buradan rahatlığı için ev alıyordu. Şimdi bu insanlar kaçıyor. O rahatlık kalmadı. O kalitede insanlar da iyi para döken insanlardı. Kalite bozulduysa kim gelecek ev almaya? Sıradan insanlar gelecek. O da demografik yapıyı daha da bozacak. İnşaatların düşen kalitesi daha da düşecek. Zaten servisi olmayan binalar kalitesiz sayılır. Yeteri kadar elektriği olmayan bir ülkede, bir yangın çıktığında kaçacak yeri olmayan binalara, itfaiyenin erişemediği binalara kaliteli insan gelir mi? Adam kalp krizi geçirmiş 12’inci katta. Elektrikler kesildiği için ve itfaiye yasa gereği belirli kattan yukarısına çıkamadığı için ne olacak? Öldü adam! Kanalizasyon debiyle çalışır. Gökdelen yaptınız, o kadar insanın atığının nereye gideceğini düşünen var mı? Yeraltından ya da doğrudan denize gitsin diyorlar.
"Kesinlikle Kıbrıs’ın kuzeyinde ev fiyatları gereksiz yere yüksektir diyebiliriz. Güney fiyatlarına yaklaştık ama bizde altyapı eksik, yol eksik, servis eksik; çöp arabası bile sokağa giremediği için insanlar yandaki boş arsaya, dereye çöpü dökmek zorunda kalıyor"
Güney Kıbrıs’taki ev fiyatları ile Kıbrıs’ın kuzeyindeki daire ve ev fiyatları arasında çok büyük fark yok. Ama güneyde kanalizasyon yapısına ayrıca para dökülüyor. O zaman bizde ev fiyatları gereksiz yere yüksektir diyebilir miyiz?
Kesinlikle Kıbrıs’ın kuzeyinde ev fiyatları gereksiz yere yüksektir diyebiliriz. Güney fiyatlarına yaklaştık ama bizde altyapı eksik, yol eksik, servis eksik; çöp arabası bile sokağa giremediği için insanlar yandaki boş arsaya, dereye çöpü dökmek zorunda kalıyor. Devlet zengin değil, belediyeler çok fakir. O kadar dağınık bir yere servis götüremezler.
"Güneye göre ev fiyatları kuzeyde çok az daha düşüktür diyebiliriz. Bu gerçekleri bilmeyen insanlar ne kadar kârla bu binaların satıldığını da bilmiyor. Ve bu altyapı yatırımları yapılmadan satış yapıldığı için kârlar bizde cebe kalıyor"
Normal bir altyapı varmış gibi gösterilerek, güneydeki evler kadar kuzeyde pahalıya ev satılıyor diyebilir miyiz?
Güneye göre ev fiyatları kuzeyde çok az daha düşüktür diyebiliriz. Bu gerçekleri bilmeyen insanlar ne kadar kârla bu binaların satıldığını da bilmiyor. Ve bu altyapı yatırımları yapılmadan satış yapıldığı için kârlar bizde cebe kalıyor.
"Bu gerçekler ortaya çıktığı için bunu fark edenler kaçıyor. Buraya herkesi getirdiğimiz için seviye de düşüyor. Biraz önce söylediğim gibi zaten bu fiyatlara mülk alacak buraya gelmeyecek. Gelenin seviyesine göre mülklerin fiyatları da aşağıya inecek"
Kıbrıs’ın kuzeyinde inşaatçılık yapmak güneyine göre çok daha kârlıdır bu durumda…
Evet, çok kârlıdır. Ama bir dönem daha böyle devam eder en fazla. Mum yatsıya kadar yanar. Çıkacak ortaya. Kaldı ki bu gerçekler ortaya çıktığı için bunu fark edenler kaçıyor. Buraya herkesi getirdiğimiz için seviye de düşüyor. Biraz önce söylediğim gibi zaten bu fiyatlara mülk alacak buraya gelmeyecek. Gelenin seviyesine göre mülklerin fiyatları da aşağıya inecek.
Turistler açısından deniz kirliliğinin daha da görünür olması ne zaman söz konusu olacak size göre?
Şu anda denize baktıklarında görüyorlar. Denize girdiklerinde kokluyorlar, anlaşılıyor. İnşaatların özellikle yoğun olduğu yerlerde deniz köpük köpüktür. Kıyıdaki yosunlaşmanın ve kayaların siyahlaşmasının, hepsinin kirlilikten kaynaklandığını, kanalizasyonun denize deşarj edilmesi nedeniyle olduğunu bilen biliyor. Bu da yeni bir ekosistem oluştuğunu, atıklar üzerinden beslenmek isteyen başka canlılar olduğunu gösterir. Çok küçük, mantara benzer organizmalardan başlayarak mikro ölçekteki bazı başka canlılar doğada üremeye başlıyor. Denize girdikçe hastalanma riskimiz artıyor.
Siz denize giriyor musunuz?
Girne’de denize artık girmiyorum. Mağusa’da denize giderdim. Artık orası da kirlenmeye başlıyor. Bakacağız.
Yer de kalmadı denize girecek…
Doğru, kalmadı. Deniz analarından şikâyet ediliyor. Deniz anaları denizin kirlendiğinin işaretidir. Gelsinler de temizlesinler denizi gibi bakmak lazım halbuki. Sorunları büyüterek, sürekli olarak bugünü kurtarıp her şeyi yarına ötelediğimiz için BM’nin 28 Şubat’taki son raporunda belirtildiği üzere ‘İşlediğimiz suçları yeni nesillerin sırtına yüklemekten vazgeçmeliyiz’. Sorunu yaratan bizsek biz çözmeliyiz ve yeni nesle temiz bir dünya bırakmalıyız.
"Önlemler alınmazsa 2035 yılında birkaç günlüğüne de olsa bu buzullar eriyecek ve mevsim döndüğünde tekrar buzullar oluşacak ama tam o birkaç gün içerisinde de bu görüntü ortaya çıkabilecek. Bu durumda deniz kıyılarına yapılan villalar, apartmanların hepsi suyun altında kalacak. Denizin ötesinde olanlar da deniz kıyısında olacak. Sular altında kalacak olan bölgelerin Girne’nin bazı kıyıları, Güzelyurt’un bazı ovaları, Mağusa körfezi, bütün İskele kıyısı ile birlikte Aslanköy’e kadar uzanma ihtimali bile var. Orada yapılan bütün yatırımların hepsi çöpe gidecek"
Küresel ısınma ve denizin yükselmesi ile ilgili olarak Girne’de deniz Ozanköy’e kadar gelebilir diyorsunuz…
National Geographic’te yayınlanan bazı çalışmaların toplamından çıkan sonuçtur bu. Buzullar eriyor, bu su denize karışacak. Okyanuslar yükselecek. Sadece suyun kendisinden kaynaklanmayacak bu durum. Okyanuslarda sıcak ve soğuk kuşakların hareketleri sonucu soğuktan sıcağa, tuzludan tatlıya doğru akan suyla bazı yerlerde daha fazla, bazı yerlerde daha az yükselme meydana gelecek. Bütün kutuplardaki buzullar erirse, karalardaki Everest’teki, Kilimanjaro’daki buzullar da erirse adamız üçe bölünecek. Mağusa’dan başlayıp Meserya’yla birlikte çok düz bir ovamız var. O ova alanı sular altında kalacak. Önlemler alınmazsa 2035 yılında birkaç günlüğüne de olsa buzullar eriyecek ve mevsim döndüğünde tekrar buzullar oluşacak ama tam o birkaç gün içerisinde de bu görüntü ortaya çıkabilecek. Bu durumda deniz kıyılarına yapılan villalar, apartmanların hepsi suyun altında kalacak. Denizin ötesinde olanlar da deniz kıyısında olacak. Sular altında kalacak olan bölgelerin Girne’nin bazı kıyıları, Güzelyurt’un bazı ovaları, Mağusa körfezi, bütün İskele kıyısı ile birlikte Aslanköy’e kadar uzanma ihtimali bile var. Orada yapılan bütün yatırımların hepsi çöpe gidecek.
En az etkilenecek olan bölgeler neresi olacak?
Lefkoşa ve Girne’nin yüksek kısımları en az etkilenecek olan bölgeler.
"Havuz suyu lüksün lüksü oluyor bu şartlar altında. Havuz suyu bizim gibi sıcak ülkelerde durduğu yerde 1,5 ton suyu havaya veriyor. Bu da 4-5 kişilik bir ailenin günlük tüketimidir ve bu su boşu boşuna buhar oluyor"
Son olarak çim ve yüzme havuzu meselelerini sormak istiyorum. Bazı ülkelerde küresel ısınma nedeniyle çimlerin sulanmasına kısıtlama getirilmeye başlandı. Havuzlarını kapatmayanlara deniz suyundan arıtma yapmaları isteniyor. Bizde ise havuzlar yapılmaya devam ediliyor…
Atık suyu bile denize dökmek yanlış artık. Havuz suyu lüksün lüksü oluyor bu şartlar altında. Havuz suyu bizim gibi sıcak ülkelerde durduğu yerde 1,5 ton suyu havaya veriyor. Bu da 4-5 kişilik bir ailenin günlük tüketimidir ve bu su boşu boşuna buhar oluyor. Bir ailenin, normal ihtiyacına göre havuzu da varsa 3-4 katı daha fazla su harcıyor. İkincisi, bu havuzların zaman zaman, ‘backwash’ denilen bir filtre yıkaması var. Birkaç ton su da bu yıkamalar sırasında gidiyor. O su, sadece su kaybına neden olmuyor. O su kullanılan kimyasallar nedeniyle kirletilmiş bir sudur. O suyu sokağa boşaltmak suçtur aslında. Kimyasalla kirlenmiş havuz suyunun ayrı bir tankerle alınıp bir arıtma tesisine götürülmesi lazım. O da yapılmıyor. Sokaklarda atılan su gittiği yere kadar gidiyor ve yeraltına da gidiyor. Çimene gelince, her bir çimenlik alan 7 metrekare yükseklikte bir su sütunu demektir. Çim çok su ister ve çime harcanan su büyük bir israftır. Su bitince, elektrik daha da pahalanınca insanlar zaten ne havuz kullanacak ne çim ekecek.
Yorumunuz