Devasa bir kauçuk ağacının gölgesinde otururken sıcaklığın 40 derece olduğunu hissetmemek her seferinde şaşırtır insanı. Bütün gün boğan güneşin, ısrarla, en kısa sürede batmaya acele etmesindeki bu telaş nedendir peki? Güzelliklerin ömrü illa dakikalarla mı ölçülmelidir? Serzenişi bir yana bırakırsanız ve su sıcaklığı ideale kavuşmuş bir denizdeyseniz, güneşin son ışıklarının suya nasıl yansıdığına hayran, doğanın bahşettiği dinginlikte öylece kalıvermek istersiniz.
Önceki gün denizdeyken karşımda hâlâ dağların yükselmesinin ne büyük şans olduğunu düşünüyordum. Daha tam delememişlerdi, henüz dağları yok edememişlerdi. 300 yıllık zeytin ağaçlarının yaşına hürmet etmekten alıkoyan neyse bizleri, dağların binlerce yıllık varoluşuna kıymaktan da çekinmiyorduk.
Uzun zaman önce ‘Kıbrıs Türk seviciliği’ diye adlandırdığım durumla ya da nosyonla arama mesafe koydum. Bu sevicilik hali genelde Türkiye kökenlilerde oluşur. Kıbrıs Türkü seviciliği ve diğer kutuptaki Kıbrıs Türkünün aşağılanması, adada şu anda yaşamakta olan İngiliz veya Ruslar da neden oluşmamıştır da Türkiyelilerde gelişmiştir? Açık yazacağım madem, kültür emperyalizminin sömürgeci tarafından gelinmesinden kaynaklandığını da yazayım. Bazıları sömürgeciyi en ağır şekilde eleştirerek ‘sömürülen’ Kıbrıslı Türklerin gözüne hızlıdan girmeye çalışır; diğerleri aşağılamakta ve hakaret etmekte sınır tanımayarak, Kıbrıslı Türkleri yok etmeye çabalar. İkisinin de ortaya çıkışında Kıbrıs Türkü öznedir. Biri, ‘bak, ben sana ne kadar yakınım’; diğeri ‘bak, ben sana daha neler yapacağım’ demek istemektedir. İkisi de Kıbrıs Türkünden ekonomik ve sosyal olarak fazlasıyla faydalanmak istiyor olabilir. Birincisi, bilinçli ya da bilinçsiz, Kıbrıslı Türkleri mazlumlaştırarak yarar sağlamak; diğeri, şuurlu veya şuursuz, daha fazlasını kazanmak için Kıbrıslı Türkleri devirmek istemektedir. Mikro milliyetçilik de faşizm de ekonomik yarar üzerine inşa edilir.
Her şeyin sorumluluğunu Türkiye’ye havale eden anlayış için, gördüğüm en tuhaf toplumsal davranıştır diyebilirim bugün. Bütün rezil işlerin Türkiye tarafından yapılmadığını, Kıbrıslı Türklerin hatırı sayılır bir kısmının bu çamurda payı olduğunu idrak etmem önce sezgiseldi. Ardından gördüklerim ve bizzat yaşadıklarım bindi üstüne. Artık tüm tarafların gerçek yüzünü olabildiğince algılayabildiğimi sanıyorum.
Kıbrıslı Rumlara ödenecek tazminatlara katkı payı olacak şekilde alınması planlanan Şerefiye Vergisi ve tartışmaları zihnimde ilk kırılma noktasıydı: Kimse bütçesinden bir kuruş harcamayı kabul etmiyor, Taşınmaz Mal Komisyonu’na sadece Türkiye’nin para ayırması gerektiğini savunuyordu.
İkinci kırılan halka, ülkede çok da değil biraz öne çıkan neredeyse herkesin milletvekili seçilmek istemesiydi. Önceleri, en azından solcular için, bunun bir ego sorunu olduğunu düşünüyordum. Ama yönetilemez bir devleti yönetmeye hevesli görünen o kadar çok insan vardı ki, ortalama her 1,5 senede bir seçim yapılırken yeni adaylara hayretle bakmamın büyük bir naiflik olduğunu sonradan fark ettim. Bu insanlar basitçe Meclis’e girmek istemiyordu. Daha başka dertleri vardı. Yönetmekten ziyade yönetiyor algısı yaratmak ve başka hesapları hayata geçirmekti amaçları… Bu durumu çok başka bir sürecin sonunda, televizyonculuğu uzun sayılacak bir süre, 3-4 sene bıraktığımda fark ettim. Bizim politikacıların kısmen birikimime, kısmen olaylara bakış açıma saygısı olduğunu zannediyordum. Bıraktığımda hiç de öyle olmadığını gördüm. Bizimkilerin tek derdi hedef kitlelerine ulaşmaktır, kalite falan aramazlar. Kime konuştuklarının, çok rahatsız edici görüşleri olan biri olmadığı sürece herhangi bir önemi de yoktur. Kapı olsa konuşabilirler belki, önlerinde kamera olsun yeter. Sonra Kıbrıslı, duymak istediklerini söyleyenleri seviyordu. Benim de henüz yeterince bilinçli olmadığım o dönemlerde, esasen Kıbrıs Türk seviciliği yaptığım için pek tutulduğumu yine sonradan ayırt ettim.
Tüm bunları fark ederken adada nihayet kendimi buldum ve yıllar önce, yaklaşık 9 sene önce popüler olmanın, bir ‘marka’ ve bir ‘marka değeri’ yaratmanın insanı çocukluğuna geri döndürecek bir bencilleşmeye sürüklediğini ve benlikte küçümsenmeyecek bir zaafiyet yaratma potansiyeli taşıyabileceğini gördüm. Çevremdeki istinasız herkesin beni pohpohlamasından ciddi şekilde rahatsız olduğumu hissettim. Tüm bu kavramları zihnimden ve hayatımdan temizlemeye başladım ve nihayet bağımsızlığımı ilan ettim. Zehirsiz olsa da oklarımı bazen acıtmak pahasına fırlatmaya böyle başladım işte. Sosyal medya hesaplarını kullanmayacak, sınırlı sayıda kişiyle temas edecektim. Kendimi korumaya almıştım diyelim. Yıllar sonra bugün sadece Twitter hesabım var, onu da daha çok Mikro-Makro haberlerini paylaşmak için kullanıyorum.
Özel hayatım, kiminle ne yediğim ne içtiğim, üzerime ne giydiğim, fiziksel özelliklerim kimseyi ilgilendirmez ki paylaşım yapayım diye düşünmekten hiç vazgeçmedim. Herkesi kızdırmak pahasına bunun ciddi bir hastalık göstergesi olduğunu düşündüğümü yazmasam olmaz. Anlık varoluşumuzu promosyon malzemesi yaparak kendimizi metalaştırdığımıza inanıyorum. Bu, en azından beni şahsen iyi hissettirecek bir olgu değil. Başkalarına kendimi pazarlamaya ihtiyaç duymuyorum. Belki de size göre geri kafalıyımdır. Et, kemik, kan ve dışkıdan oluşan, bize aitmiş gibi görünen ancak kendimizin yaratmadığı DNA’lardan ve o DNA’ların üzerine giydirdiğimiz yaşam tarzından ötürü prim yapmak bana çok garip geliyor. Bayağı, yüzeysel; siz nasıl münasip görürseniz….
Son kırılma noktam, karşılaştığım kimi insanların empati yapmaktan aciz, gerçekten kötü insanlar olduğumu algılamamdı. Kötülük… Sınırsızlaşan bir kötülükle, faşizmle yüz yüze kaldığınızda nefretle tanışırsınız. Nefretle, sevdiğim bir kavram olmamakla birlikte tanışınca tanışıyor insan. Haksızlıklar o kadar çoktu ki bu küçücük adada, hayatımda ilk defa nefret etmek nasıl bir şey onu da öğrendim! Kendisi belirirse boşuna peydahlanmamıştır. Adaletsizliğe ve vicdansızlığa uğramanız, karşınıza çıkanların pişkin olması, sizi ezmeye çalışmaları ve inatla sizi yoracaklarını sanmaları sonucu ortaya çıkar. Nefret, faşizm ve ataerki karşısında gelişen, duygusuzluğa geçiş evresidir. Tarifi imkânsızdır hatta. Ancak yaşayanlar nefreti tanımlayabilir ve paydaşları birbirlerini hemen tanıyabilirler. Duygusuzdur nefret. Hiçbir acıma duygunuzun kalmadığınızı hayal edin, o son noktadadır.
Başına gelmeyen nefret ettiğini sanabilir kolaylıkla. Nefret ağırdır, altında kalmadan, sizi esir almasına izin vermeden, mantık sınırlarının dışına çıkmadan, uzun soluklu bir mücadele vermeyi çok az insan, çok az ülke başarabilir. Bu duygusuzlukla, tüm “pozitif düşün, negatif yanından bile geçmesin” safsatalarına rağmen, kötüler sayesinde tanışmaktan pişman olmadım. Her şey insana dair. Nietzsche’nin ya da Kafka’nın nefretle neyi kastettiğini başka türlü zaten anlayamazmışım. O geçiş, insana zorlayarak gelebilecek bir şey değil. Yaşam, yaşadıklarınız, yaşatılanlar sizi oraya taşır. İlk etapta karanlık gibi görünür. Aldanmayın. O ışıksızlık zamanla geçer. Nefret evreleriyle yıllar içinde oluşur. Geri dönüşü yoktur. Sizi aksine şiddete falan da teşvik etmez. Kabul edilemez olsa da şiddet göstermek duygunun izlerini taşıyabilir, nefrette ise duygunun izi kalmaz. Oluştuğunda sizinle beraber ve yaratıcılarıyla birlikte siz ölünceye kadar içinizde yaşayacaktır. Ve bizim toplumumuzda nefret sanılan ‘duygu’nun insanları tutsak alması çok yaygındır zira inanılmaz haksızlıklar yaşanmaktadır. Hâlbuki nefret devrimcidir. Küçük ayak oyunlarıyla minik zaferlerle oyalanmaz. Mantıklıdır ve sonuna kadar mücadele eder. Sistemi dönüştürmeye başlar.
Maalesef, ‘nefret’ olduğunu varsaydığımız mağduriyet duygusuyla başa çıkamıyoruz. Gerçekten nefret etme aşamasına geçebilseydik ve o evreyi bilgece kullanabilseydik, çok daha devrimci olabilirdik. Sisteme karşı hakiki bir nefret geliştirebilseydik, her şey çok farklı olabilirdi. Sizi yıkmak isteyenleri yıkma potansiyeliniz olsa da, özünde nefret etmediğiniz için yıkamıyor olabilirsiniz, buna dikkat çekmek istedim ‘sevgili Kıbrıs Türkleri’… Giydiklerimiz, taşıt niyetine kullandığımız otomobillerimiz, yaşadığımız mekânlar bizi ne daha zeki yaparlar ne de daha başarılı. Bizi biz yapan hangi yollara sapmayı reddederek, hayatta nerede, ne kadar asaletle durabildiğimiz, kişisel ve toplumsal yaşamdaki faşizmin önünde eğilmeden, gerçek bir mücadele verip veremediğimizdir.
Yorumunuz